Kırmızı elbise

       Kırmızı elbisenin verdiği enerjiden midir nedir sandalyede Galler prensesi gibi oturuyordu. Masadaki kurabiyeler güzel gözüküyordu. Az evvel sağlıklı beslenme adına salatalıklı yoğurt, keten tohumu, ceviz yemişti. Ama gözü unlu kurabiyelerde kalmıştı. Ellerini kremlemişti. Kurabiyelere dokunursa şimdi yapış yapış olacaktı. Elinin ucuyla uzandığı kurabiyeden bir ısırık aldı. Yarısı ağzına, kalanı elbisesine döküldü. Canı sıkıldı. Nazara geldim, diye düşündü. Elbiseyi silkeledikçe iyice berbat oldu. Derse gitmeden temizlese iyi olurdu. Elbisesi kirlenmeden birkaç fotoğraf çekilseydi keşke. Olmadı tabii. Neyse başka sefere. Zaten ne zaman fotoğraf paylaşsa ya da kırmızı bir şeyler giysi o gün akşam evde bütün fincanlar, tabaklar elinden fırlıyor, düşüp kırılıyor. Odalardaki eşyaların sivri taraflarına kolu bacağı değiyor, morarıyor ve günün geri kalanında bedeninde bir gerginlik hissediyordu. Nazara çok inanırdı. Hatta bir gün yine üzerindeki nazardan dolayı o kadar esnemişti ki çenesi ağrımaya başlamıştı. Koşarak eşinin yanına gitmiş ondan felâk ve Nas surelerini okumasını istemişti. Yarım yamalak okunmuş olsalar bile âyetler bir nebze olsun ruhunu ferahlatmıştı.

    İnsanoğlu, var olduğundan beri kendinde olmayana karşı ciddi bir alâka duymuş hele bu şeye sahip olamayacağının farkına varmışsa içinde beslediği kıskançlık ve haset duygularını kalbinden diline bazan de gözüne aktarmıştır. Belki de kendine engel olamadan ya da farkında olmadan ürettiği bu enerjinin koca bir öküzü kazana koyduğunu, hiç ağlamayan bir bebeği çatlayana kadar ağlattığını, alımlı çalımlı bir hatunu yaraladığını, ruhunu daralttığını bilmiyordu. Aslında bi “maşallah” deseler sorun kalmayacaktı. Lâkin insanların ağzı hayra değil şerre açılıyordu. Herkesin dilinde bir ilenç bir sitem almış başını gidiyor.

       El izleri kalmış, lekeli siyah mutfak dolabının kapağını açtı. Güzel bir çay bardağı aradı. Temiz bardak kalmamıştı. Orta karar bir çay fincanı alıp içine süt koyup çayını içse… Düşüncesi bile onu tebessüme sevk etti. Süt ve çay … Ne kadar uyumsuz ne saçma birliktelik… Bu İngilizlerin hiçbir alışkanlığı güzel değil, diye düşündü. Dünyayı katıp karıştırdıkları yetmiyormuş gibi bir de çayın özüne karışmışlar. Neymiş efendim: sütlü çay hem de ikindi çayı… Çaydanlığın üzerindeki su izleri gözünden kaçmadı ama yapacak bir şey yok. Okuldan gelip çaydanlık mı parlatılır canım. Eve kimsenin geldiği de yok zaten. Fincana döktüğü çayın bayatlamaya yüz tuttuğu kokusundan anlaşılıyordu. Fincanı mutfak tezgâhına bıraktı. Ocağın altını kapattı. Akşam yemeğinden sonra şöyle güzel bir çay demleyip Erzurum kıtlama şekeriyle içer, balkonda yanına da sigara tüttürürdü. Yemek yapılmıştı çok şükür. Gülay hanım sabahtan gelip evi toparlamış, iki tencere yemek yapıp gitmişti. En güzeli, işten gelince derli toplu bir ev ve ocağın üstünde pişmiş yemekler görmekti. Bir tas sıcak çorba bile insanı doyuruyor ve içini ısıtıyordu. Her gün iş yorgunluğu, yol çilesi derken sağlıklı beslenmeye çalışmak da ayrıca yorucuydu. Yok yeşillikleri yıka, yok evde yoğurt mayala sonra bunları akşamdan hazırla çantana koy ve yanında okula götür. Sonra sağlıklı besleniyorsun spor yapıyorsun diye milletin gözü sende oluyor. O kadar iyi besleniyor yine de kilo veremiyor, spor yapıyor ama hiç belli olmuyor, diye yorum yapanlar, bir taraftan bu kadar enerjiyi nerden buluyor, kendine vakit ayırabiliyor diye içten içe kıskançlık krizine girenler ve tabii en kötüsü de bunları kendisi yapamıyor diye nazar eden ucube tiplerin yüzünden sonuca zor ulaşmak ya da yaptığından bir şey anlamamak…nedir bu kem gözlerden çektiği, anlamakta zorluk çekiyordu. Geçen gün bir arkadaşının aldığı kazağı çok beğenmiş: maşallah, çok yakışmış, demişti. Zor değil ki bunu söylemek hem diline de yapışmadı…  Arkadaşı, kadınların çok kıskanç olduğunu yineleyip duruyordu ama erkeklerin kıskaçlığı buzdağının altı gibi. Bir de görünmeyen tarafı vardı bu kıskançlığın. Yok efendim o model arabayı nasıl aldı, biz yaşlandık o yaşlanmadı, bak onun karısı da çalışıyor, çift maaş geçiniyorlar, çocuğunu özel okula vermiş, saç ektirmiş ama yine de tipinde bir şey değişmemiş… Bu tezleriyle arkadaşını ikna etmesi zor olmadı ama gerçek sıkıntı çok samimi olduğu bu kadının da ziyadesiyle kıskanç ve kem gözlü olmasıydı ve bu durum onu ürkütüyordu. Milleti bu kadar kıskanan arkadaşının kendisini kıskanmaması mümkün müydü? Bir defasında evine çay içmeye gelmişti de: “Ayol senin bu koltukların da pek bi möggem çıktı. Yıllardır kullanıyorsun. Ben senin üstüne iki defa koltuk değiştim de seninkiler hâlâ çok sağlam duruyor.” deyip gittikten sonra koltuğun ayağı çat diye kırılınca anlamıştı nazarın en yakınından bile gelip koltuğun ayağını kıracağını. Ne yapmak lâzımdı?

       Pazarın altını üstüne getirmiş yine de aradığını bulamamıştı. Mağazalar dersen, ateş pahası bir kot pantolon bin liradan başlıyor. Pamuklu ve yünlü kumaştan üretilmiş bir giysi bulmak neredeyse mümkün değil. Her şey naylon, viskon ya da polyester. Teri çekmeyen bu sağlıksız kumaşları tercih etmiyordu fakat yünlü ve pamuklu bulsa bile bunların uçuk fiyatlarından ötürü etiketlere bakıp kara kara düşünüyordu. Pazarın sonuna gelmişti. Bari kendime bir çiçek alayım deyip çiçek satan amcadan sarı kasımpatılardan aldı. Arka tarafta kırmızı gül saksısı vardı. Onu alayım diye düşündü, aman canım bunların rengi kırmızı yolda nazar ederler rengine, sonra çiçeklerim solar gider. Sarı kasımpatıları alıp pazardan uzaklaştı. Akşam trafiğine kalmadan eve gitse iyi olacaktı. Sürücülerin sabırsız kornalarından, okul servislerinin plansız duruşlarından ürkmüyor değildi. Akşama kadar hayatın çilesini çekmiş, yorgun düşmüş, kimyasallara maruz kalmış tersane işçilerinin servis camlarına yansıyan bezgin görüntüsü grileşen havanın kasvetini arttırıyordu. Martıların ve denizin güzelliği kendini cezbettiği kadar bu insanları etkilemiyordu demek ki… Geçim derdine düşmüş, sofraya ne koyacağım, bu ay ev sahibi kirayı yeniden gözden geçirecek, okul kantininde tost fiyatları el yakıyor, çocukların harçlığı kaygısı, martıların seslerini elbette bastırırdı. Bu şehir küçük ve sevimliydi. Çok güzel bir sahili vardı. Hafta sonu erkenden uyanıp deniz kenarına sandalyenizi atmazsanız nargilesini kapıp minderiyle yastığıyla sahile yayılmış Araplardan size yer kalmaz. Bu adamlar dünya nimetlerine pek düşkün valla. Ee para gani. Çoğu petrol zengini zaten. Buraya gelip paralarını hesap kitap yapmadan harcıyorlar. Mağazalara giriyorsunuz. Arap kadınlar sepetleri doldurmuş, etiketlere bile bakmadan alışveriş yapıyorlar. Kasada kredi kartını bastırıyorlardı. Biz ise kaç taksite böldürsek diye daha kasaya gelmeden bir sürü plan yapıyoruz.

        Caddenin hengâmesinden kurtulabilmek için kendini ara sokaklara attı. Rengarenk boyanmış depremden kalan evler güzel görünüyordu ama ikinci bir depremi kaldıramayacak olmaları evlerin bütün albenisine gölge düşürüyordu. Sokak arası olduğu için arabayı dikkatli ve oldukça düşük bir hızla sürüyordu. Bayırı çıkınca durdu. Buradaki evlerin manzarasının güzelliğiyle mest oldu. Karşıda Marmara denizi ve İstanbul net bir şekilde görülüyordu. Tuzla, Pendik, Kartal ve Adalar…hep deniz kenarında bir evde yaşamak, sabah bahçede ya da deniz gören bir terasta semaver yakmak, titreyene kadar sahilde oturup denizi seyretmek istemişti. Derin bir iç çekişten sonra “belki bir gün “dedi. Biraz daha hızlanıp asfaltı yapılmamış bozuk sokaktan arabayı, gaza basmadan yokuş aşağı saldı. Evinin bulunduğu sokak dünkü yağmurdan dolayı çirkef bir çamur içindeydi.  Manzarası olmayan, karşı balkonları gören bu evi, kirası uygun diye ve henüz kimse oturmadığı için kiralamışlardı. Yeni bir yerleşim yeri olan bu sokakta inşaat sesleri mi dersin, gündüz inşaatta çalışan işçilerin küfürlü konuşmaları mı dersin… Evde olduğu her gün bir işkenceye dönmüş bisiklete atlayıp kendini sahilde dinlendirmeye çalışmıştı. Ruhunun gürültüyle daralmasının yanında, evinin inşaatlardan gelen toz bulutu altında kalmasını, yeni aldığı krem rengi halının griye dönüşmesini saymıyordu bile. Temizlik yapmak ona göre bir iş değildi fakat bu kadar toza her gün temizlikçi gelmez, gelse bile fahiş bir ücret ister. Arabayı güçlükle park etti. Tekerlekleri yamuk yumuk duruyordu ama buna da şükür kazasız belasız eve kadar gelmişti. Ne yapmış etmiş araba sürme fobisini yenmişti. Anne ve babasının da hayalini gerçekleştirmişti. Onlar hep araba sürmesini istemişler ve bir araba almasına çok mutlu olmuşlardı. Annesinin “öğretmen kızıydı” o. Her işi başarmalı ve daima kendi ayakları üstünde kimseye eyvallahı olmadan yaşamalıydı. Apartmanın dış kapı aynasında bir süre kendini seyretti. Bugün de güzel görünüyordu. Otomatik kapı için şifreyi yazdı. Giriş kattakiler için rahatsız edici olmalıydı bu ses. En iyisi bundan sonra anahtar kullanmak. Belki işten gelmiş uyuyan insanlar vardır. Asansörün düğmesine dirseğinin ucuyla dokundu. Asansörün içinde çöp suları akmış koku yapmıştı. Yaz günü bayat balık kokusu ne iğrençti. Apartman kültüründen yoksun insanların böyle dairelerde yaşamasına bir anlam vermiyordu. Halı silkelemek, çöpün suyunu akıtmak, gürültü yapmak, kuyruğuna basılmış kedi gibi miyavlayan çocuğunu susturmak için uğraşmamak, sabahın köründe matkapla iş yapmak gibi rahatsız edici işleri komşularının hakkına saygı duymadan, kul hakkı gözetmeden yapmak ne büyük fenalıktı. Poşetleri kapının koluna asıp anahtarını buldu. Eve girerken yüksek sesle dua okudu. Poşetleri tezgâha bıraktı. Balkona çıkıp bi sigara içsem mi, diye düşündü. Vazgeçti. Gidip elini, yüzünü yıkadı. Aldıklarını buzdolabına yerleştirdi. Sarı kasımpatılar için kendi eliyle yaptığı vazoyu getirdi. Turşu kavanozunu deniz kabuklarıyla kaplamış, kabukların üzerine altın simli ojesinden sürmüştü. Ne yaratıcılık ama! İtinayla çiçekleri yerleştirdi. Balkondaki limon çiçeğine baktı. Ne güzel büyümüştü. Limon çekirdeklerini küçük bir saksıya dikmiş, filizlendirmişti. Biraz da yeşillik ekebilseydi. Şöyle nane, tere, yeşil soğan ne iyi olurdu. Sabahları taze taze koparıp yerdi. Kendi çapında toprakla uğraşmayı severdi.  Bir zamanlar lojmanının bahçesini temizlemiş, toprağı bellemiş, çarşıdan aldığı sebze ve çiçek tohumlarını güzelce ekmişti. İki ay sonra mis kokulu organik sebze yemeğe başlamıştı. Aslında beş altı tane kasa bulsa balkonda da bu işi yapabilirdi. Çiftçilik kolay değildi fakat hasat zamanı gelince insanın yüzü gülüyor, mahsulü toplayınca kendiyle gurur duyuyordu. Mutfağın sigara dumanından rengi sararan tül perdesini iyice, pencere boyunca çekti. Sineklerden kurtulmak için bunu yapmak zorundaydı. Şehir sinekleri ve insanları birbirine çok benziyordu. Yapışınca yanından gitmiyor, alışınca devamlı içeri giriyor, sabahları vızıldayıp can sıkıyordu. Akşam üzeri sinekçi daha doğrusu sinek ilacı sıkan bir araç geçiyordu sokak aralarından ama püskürtülen bu ilacın pis koku yaymaktan başka bir etkisi yoktu. Sinekler etkilenmiyordu bile. Geçenlerde eve giren ve bir türlü evden kovamadığı kara küçük bir sinekle kanka olmuştu. O nereye giderse, sinek de oraya arkasından gidiyor. Mutfakta, banyoda birlikte takılıyorlardı. Etrafında insan görmeye dayanamayan biri olarak sinekle vakit geçirmek ona pek ilginç gelmişti.

     Öğlen arkadaşı kahve içmeye davet etmişti. Pek de kibar olmayan bir ses tonuyla teklifi reddetmiş bunu yaparken hiç tereddüt etmemişti. Aslında sahile doğru olan kafeler güzeldi. Mis gibi deniz havası, sohbet iyi olurdu ama kafedeki kalabalığı ve saçma sapan müziği kaldıracak halet-i ruhiyeye sahip değildi. Arkadaşının iki hâl hatır sormasından sonra ordan burdan laf açıp iş yerindeki arkadaşlarının dedikodusuna başlamasını dinlemek istemiyordu. En iyisi kahveyi demleyip akşam sessizliğine bürünen mahallesinden yükselen cırcır böceklerini dinlemek, biraz Schubert’ten Serenade ya da Chopin’den Spring Waltz eşliğinde şöyle bol acılı ve soğanlı lahmacun hayâl etmek, bilmediği ülkelerin yaban bozkırlarında at sürüp rüzgârla yarışmak, tanımadığı insanların düğünlerinde halaybaşı olup topukları sızlayana kadar halay çekmek, meclis kürsüsünde kanun teklifi konuşması yaparken muhaliflere laf atmak, yolcu gemisinin güvertesindeyken balinaların dansını izlemek, Zeroş’un elinde üniversite diploması, mavi elbisesiyle sahneden kendine doğru yürüdüğünü görmek… Bu kadar hülya gerçeğe dönmeyi güçleştiriyor. Daha önce hayallerini paylaşırdı herkesle. Sonra hayaller hakikate dönüşmezdi. Hepsi kursağında kalır. Sadece rüyalarında, kurduğu hayallerin gerçek olduğunu görürdü. İnsanlara anlatılan her şeyin, planların sonuca ulaşmayacağını çok yakından tecrübe etmişti. Ağzından kaçırmamak için de hiç kimseyle sohbet etmemek en iyi çözümdü onun için. Gördüklerine nazar eden bu güruh, görmediklerine de kötü enerjilerini yapıştırıyor. Sen çalış, didin, yorul ama fesat mahluklar, seni ve emeklerini saniyesinde yerle bir ederler sen de nerden geldiğini şaşırırsın. Salak gibi bir de iyi dilek ve tebessümlerine kanarsın bu sinsi yaratıkların. En iyisi kimsenin dikkatini çekmeden yaşamak, giyinmek, konuşmak hatta göze batmadan yemek, içmek. Severken bile sevgini dillendirmeden çok da belli etmeden sevmek. Çok sağlıklı görünmemek, aldığın arabanın modelini gizlemek, en önemlisi de canlı renkler giymemek özellikle kırmızıdan uzak durmak…Evet bu tedbirler sayesinde rahat ve huzurlu bir yaşam sürebilecekti. Bir kısmını uygulasa da bazen boşboğazlığı yüzünden birkaç tanesini ağzından kaçırdığı oluyordu. Kalbi güzel ve düzgün olan insanların nazarı da güzel oluyor. Ağzı dualı, gönlü güzel kaç insan kaldı?

About The Author

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir