köy
 
Musallatlaştırma romanımızın bazı bölümlerini burada yayınlıyoruz…
Dönüşümün Başladığı Yer – Meczup ve Dua Kitabı
Medya Kulesi operasyonundan sonra Halil, bir gece rüyasında köydeki eski ceviz ağacını gördü. Ağaç köklerinden kan sızdırıyordu. Dallarında ise siyah kurdeleler bağlıydı. Sabah, Efsun’a dönüp “Köye gitmemiz gerek,” dedi. “Her şeyin başladığı yere.”
Köye vardıklarında rüzgâr bile değişmişti. Camilerde ezan sesi hâlâ okunuyordu ama minarelerden sanki başka bir frekans yayıyordu. Kıraathanede oturan ihtiyarlar suskundu. Eskiden konuşkan olan muhtar, şimdi göz göze gelmekten bile kaçınıyordu.
Köyün delisi olarak bilinen “Ali Meczup”, yine aynı cümleyi tekrarlıyordu:
“Duayı aldılar… dua gitti… dua yandı, kalmadı!”
Halil’in çocukluğunda da Ali aynı cümleyi mırıldanırdı, ama o zaman kimse ciddiye almazdı. Fakat şimdi… farklıydı. Bu sözün bir sırrı vardı. Efsun, Ali’nin bu sözü hep caminin kıble tarafına bakarken tekrarladığını fark etti.
Halil, eski köy camisinin imam odasını hatırladı. Çocukken orada tozlu bir kitap gördüğünü, ama imamın o kitaba kimseyi yaklaştırmadığını…
Gece camiye gizlice girdiler. Duvarlarda siyah mantar gibi kabarmış lekeler vardı. Tavanda ise örümcek ağı değil, sanki kılcal damar gibi uzanan siyah çatlaklar vardı… Odadaki çekmecede kitap hâlâ duruyordu. Ciltlenmiş ama kapağında hiçbir yazı olmayan, deri kokan bir kitap…
Efsun, kitabı açtığında sanki içeriden bir nefes çıktı. Sayfalar Arapça, Türkçe ve anlam veremedikleri sembollerle doluydu. Bir sayfada sadece şu yazıyordu:
“İlk dua yanınca dönüşüm başladı. İnsan hayvana, hayvan cinse, cins ise sese dönüştü. Duayı unutanlar sesi kaybeder.”
Tam o anda cami içinde yankılanan bir çığlık yükseldi. Ali Meczup secde pozisyonunda ağlıyordu:
“Geldi onlar… duayı alacaklar… kurban istiyorlar!”
Halil ve Efsun dışarı çıktıklarında köy meydanında bir ceset bulunduğu haberi geldi. Genç bir çoban, sabaha karşı ölü bulunmuştu. Gözleri sonuna kadar açık, ağzında çamur vardı. Ölüm nedeni belirlenememişti. Jandarma kayıtlarında “intihar” olarak geçecekti ama köylüler fısıldıyordu:
“Dönüşüm başladı… Ali haklıydı…”
Kayıp Çocuklar ve Dönüşen Hayvanlar
Gece, Karaorman Köyü’ne her zamankinden daha ağır çökmüştü. Gökyüzü kara bir çarşaf gibi yıldızları yutmuş, rüzgâr bile nefes almayı unutmuş gibiydi. Halil, köyün girişinde duran çınarın altında bekliyordu. Elinde, Efsun’un yazdığı dualarla dolu küçük bir not defteri vardı. Ama dikkatini dağıtan şey, çınarın hemen ötesinden gelen o tuhaf uğultuydu…
Bir çocuk ağlaması mıydı bu? Yoksa rüzgârın yapraklarla oynadığı bir oyun mu?
O sırada, meczup Ali belirdi. Üzerinde her zamanki yamalı ceketi, ayağında çarıklar vardı. Ama yüzü hiç olmadığı kadar ciddiydi. Halil’e yaklaşmadan konuşmaya başladı:
“Çocuklar kaybolmuyor Halil. Dua yutuluyor bu topraklarda… Geceleri dualar göğe değil, gölgelerin karnına gidiyor. Onlar aç kaldıkça çocukları alıyorlar.”
Halil’in kanı çekildi. O gün köyde dördüncü çocuk ortadan kaybolmuştu. Hiç iz yoktu. Ne bir çığlık, ne bir adım. Sadece sabaha karşı evin içi garip bir kokuya bürünüyor, sonra çocuk kayboluyordu.
Sabah ezanıyla birlikte Halil ve Efsun, kayıp çocuğun evine gittiler. Baba sapsarı olmuş, annenin dili tutulmuştu. Ama asıl tuhaflık evin avlusundaydı. Aileye ait keçi, gözlerinden yaş geliyormuş gibi bakıyordu. Halil dikkatle yaklaştı. Hayvanın göz bebekleri bir anlığına insan gözüne döndü… ve sonra eski hâline geri geldi.
Efsun başını çevirdi:
“Dönüşüyorlar Halil… Beden değil sadece. Ruh da bükülüyor. Bu artık bildiğimiz dünya değil.”
O gece Halil, köy mezarlığına gitti. Meczup Ali’nin anlattıkları kafasında dönüp duruyordu. Mezar taşlarının arasında yürürken ayaklarının altında toprağın inceden titreştiğini hissetti. Sonra bir ses:
“Biz hâlâ buradayız…”
Toprağın altından gelen bu fısıltı bir değil, çok sesliydi. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk… Hepsi aynı anda konuşuyordu ama ağızları yoktu. Halil geri adım attı. O sırada yaşlı bir horozun mezar taşına tırmanıp kendini mezarın içine bıraktığını gördü. Toprak horozu yuttu, ardından mezarın üstünde üç harf belirdi: س.ر.ي
Halil’in elleri titriyordu. O harfleri deftere yazarken, çınar ağacının tepesinde duran meczup Ali’nin sesi yankılandı:
“Sır olan geri dönüyor Halil… Dönüş başlıyor. Ve bu kez çocuklar değil, inançlar kaybolacak.”
Halil eve döndüğünde Efsun pencerenin önünde oturuyordu. Ama Halil bir tuhaflık hissetti. İçeri girdiğinde Efsun ona döndü, fakat gözleri simsiyah olmuştu. Halil yaklaşınca gözlerinde birdenbire parlak bir nur belirdi ve eski hâline döndü. Titreyerek konuştu:
“Ben bu gece orada değildim Halil. Uyurken beni aldılar. Ama bir ışık vardı… yeşil bir ışık… o beni geri getirdi.”
Halil, Efsun’un “yeşil ışık” sözlerini düşündükçe boğazına bir düğüm oturuyordu. Meczup Ali’nin anlattıkları, keçinin insan gözleri, mezarlıkta saklanan ve mezarlık altından gelen sesler, çınarın üstünden yankılanan o sözcükler… Hepsi tek bir amaç işaret ediyordu: Bir geçişteydi.
Ama bu geçiş dünyalar arasında değil, zihinler içinde oluşmuştu.
Efsun pencerenin önünde otururken başını hafifçe çevirip Halil’e baktı:
“Ben hayatta değilim, değilim Halil. İçimde bir parça varlığını sürdürüyor.”
Halil yaklaştı. Efsun’un gözlerinin altında morluklar belirgindi, nabzı hızlı atıyordu. Eliyle Efsun’un eline dokunduğunda kara lekenin yerinden kıpırdayan ince bir damar fark etti. Damar değil de sanki bir tür yazı gibi… Kıpır kıpırdadı.
Efsun aniden geriye çekildi:
“O gece ben çocuklarla beraberdim. Ama keçi değillerdi. Onlar… kendilerini unutan çocuklardı. Gölgelerin içinde bana isimlerini fısıldadılar. Biri Yusuf’tu, biri Zeliha… Biri de… ona ‘Hiç’ diyordu.”
Halil fısıldadı:
“Çocuklar kayboldu. Kimliklerini kaybettiler.”
Halil, Efsun’un gözlerinde belirgin o geçici oluşumlar ve ardından gelen yeşil nuru unutamıyordu. Onu yatırdıktan sonra bir süre başında bekledi. Ama o gece, rüyasında bile uyuyamadı.
Gece Cinayeti ve Musallat Ayini
Köyde gece yarısından sonra başlayan sessizlik, bir ölüm sessizliğiydi. Rüzgâr bile bu sessizliği bozmak istemiyordu. Halil, Efsun’u odasında bırakıp dışarı çıkmıştı. Meczup Ali gün içinde, ormanda “tuhaf bir uğuldanma” duyduğunu, toprağın derinliklerinden gelen ayin seslerinin bir cinayetle yankılandığını söylemişti.
Halil, yanında siyah kaplı mushafıyla Karaorman’ın içine doğru yürüdü. Bastığı her yaprak, sanki yıllardır beklediği dokunuşu almış gibi çatırdıyordu. Ağaçlar eğilmiş, toprağın altındaki bir mezara bakıyor gibiydi. Ve işte orada… Toprağa yarı gömülü, sırt üstü yatan bir beden vardı. Tanıdı: Bu, köyün eski muhtarı Yakup Efendi’ydi.
Ama garip olan, onun bir hafta önce toprağa verilmiş olmasıydı.
Halil yaklaştı. Beden çürümemişti. Gözleri kapalıydı. Elinde eski bir tespih tutuyordu. Ama tespihin boncukları siyah değildi artık. Her biri sarımsı bir parıltıyla titreşiyor, belli bir ritimde dönüyordu: “Ta-ta-ta… ta-ta-ta…”
O sırada orman içinden çıkan kadın çığlığı, gecenin kabuğunu parçaladı.
Çığlığı takip eden Halil, ağaçların arasında loş bir kırmızı parıltı gördü. Adımlarını yavaşlatarak ilerledi. Ortada, siyah cüppeler giymiş 6 kişi ellerinde çeşitli nesneler tutuyordu: bir çocuk ayakkabısı, paslı bir anahtar, eski bir kandil, bir saç lülesi, bir Kur’an sayfası ve bir diş.
Ayin başlamıştı. En yaşlıları boğuk bir dille bir şeyler okumaya başladı:
“Siyon protokolünün 3. maddesi: Halkı korkuyla yönet, gerçeği kabustan gizle. Hakikati bilenin sesi, cinlerin kulağına gitmeden kesilsin.”
Tören sırasında ortadaki çukurda titreyen bir beden yükseldi: küçük bir çocuk… Gözleri kapalıydı ama dudakları “anne” diyordu. Ayin devam ederken meczup Ali, Halil’in yanına yaklaştı. Elinde küçük bir bakır çubuk vardı:
“Efsun’u da buraya getirmek istiyorlar. Bu onların habercisi… Birini öldürüp birini musallatlaştırıyorlar. Geçen sefer bir keçiyi kullandılar, bu kez bir çocukla kapıyı açıyorlar.”
Halil, çocuğa doğru koştu. Ayin yapanlar haykırmaya başladı. Gökyüzü birden karardı. Ağaçlar titredi. Halil çocuğa ulaşmak üzereyken siyah cüppeli bir adam önüne geçti ve:
“Sen hâlâ anlamadın mı? Bu ayin Efsun için… O, onların doğrudan emrinde olacak. Biz sadece davetçiyiz.”
Halil bıçağını çekti ama elindeki metal sanki ağırlaşmıştı. Adam kahkaha attı:
“Bizi bıçak değil, zikir öldürür Halil.”
Adamın gözleri kapalıydı fakat ağzını açıp konuşuyordu. Onun bu sesi Halil’in iç kulaklarını cam gibi çatlattı.
“Bu ayin Efsun için. O, zaten çağrıldı. Sen sadece geç kaldın.”
Bunun üzerine bıçağı değil, kelimeyi yani zikri kullanmaya başladı. Gözlerini kapattı. Ve ilk kelimeleri ayırıp söyledi:
“La…”
Ağaçlar bir anda geriye doğru büküldü. Yapraklar kuruyup yukarıya savruldu. Gökyüzü kırmızıya döndü.
“İlahe…”
Yerin altından cam kırıkları gibi sürüklemler yükseldi. Ormanın derinliklerinden aynalar fırladı. Biri yerde çarpışınca çocuk çığlıkları ve hayvan sesleri yankılandı. Ormanda sesler akıyordu. Bir çocuk, “Anne!” diye bağırdı…
…Ama bu kelime, “ennA” gibi tersten yankılandı.
Dilin kendisi bile artık sapmıştı.
“İllallah!”
Ve işte o an…
Zikir sesi yalnız değildi. Halil’in ağzından çıkan kelime, bir anda binlerce sesle çoğaldı. Sanki tüm geçmişin ruhları, bastırılmış dualar, unutulmuş peygamberler, adını hatırlamayan müminler onunla birlikte bağırıyordu. Orman sarsıldı. Toprak kustu. Cüppeli adamlar birer mum gibi eriyip yere düştüler.
Ayin halkasi çatladi. Çukurdan yükselen bedenler dondu. Ağzından bu kez sadece tek bir kelime çıktı:
“Efsun…”
Ve Halil, Efsun’un adını söylerken, gökyüzünde kara hilal çatladı. Bir ışık, hilalin içini oymaya başladı. Sanki içeriden bir doğum gerçekleşiyordu. Zikir bitince, Halil secdeye kapandı. Orman sessizleşti. Ama bu sessizlik bir zafer değil, bir yaşam sürüyordu. Efsun’un adı kurtarılmıştı. Ama artık isimler gölgede yansıyordu.
Gecenin ortasında yankılanan kelime-i tevhid sesi ormanın kalbini çatlatan bir yıldırım gibi her şeyi sarstı. Cüppeli adamlar yere yıkıldı. Çocuk yere düştü. Fakat ayin tamamlanmıştı.
Gökyüzünde koyu bir leke kaldı. Kara bir hilal gibi…
Halil sabah köye döndü. Efsun hâlâ uykudaydı ama alnında küçük siyah bir leke vardı. Halil onu uyandırmaya çalıştı. Gözlerini açan Efsun, şunları fısıldadı:
“Onlar artık sadece rüyama değil, kanıma giriyor Halil. Sıradaki benmişim…”
Sabahın erken saatlerinde Halil, Efsun’un yanından sessizce ayrıldı. Köyün ufkunda, siyah bir hilal şekli gökyüzünde bulanık bir siluet gibi duruyordu. Bu, musallatların gece boyunca bıraktığı gizemli bir işaretti. Halil, içinde uyanan korku ve sorumluluğu bastırarak Şeyh Seyda’ya rabıta yaptı.
Şeyh Seyda, Cizre şeyhi olarak bilinen bilge bir dervişti. Nuh tufanından beri burada kurulan bir dergahın son temsilcilerindendi ve bölgeyi frekanslardan korumak için nöbet tutuyorlardı. Hayatı boyunca birçok musallatla yüzleşmiş, sayısız ruhi yolculuk yapmıştı. Halil ve Efsun’un durumunu derinlemesine anladıktan sonra onlara şu sözleri söyledi:
“Kara Hilal, Siyon protokollerinin en karanlık sayfalarından biridir. O, zulmün ve musallatların kapısını aralar. Şimdi sizler bu kapının eşiğindesiniz. Hakikat yolcuları olarak sır göreviniz sadece kendinizi değil, tüm insanlığı korumaktır.”
Şeyh Seyda, Halil ve Efsun’a birbirleriyle rabıta yapmayı öğretti. Bu mistik bağla, uzaklarda dahi birbirlerinin enerji dalgalarını hissedip destek olabileceklerdi. Rabıta aslında tek yönlü değildi. Bu iki tarafın enerji ile birbirleriyle haberleşmesini sağlayan bir iletişim aracıydı. Rabıta ile sadace dirileri değil ölülerle bile haberleşebilirlerdi. Ona göre Siyon protokollerindeki karanlık planlar, dünyayı parçalamak isteyen musallat örgütünün ebedi haritasıydı.
“Unutmayın,” dedi Şeyh Seyda, “Gerçek mücadele görünmeyen boyutlarda başlar. Korku ile değil, iman ve zikirle savaşacaksınız. ‘La ilahe illallah’ sizin en büyük kalkanınız olacak.”
O andan itibaren Halil ve Efsun, musallatların kâbuslarını dağıtmak ve kara hilalin gölgesini yok etmek için daha sıkı bağlarla bir araya geldiler.
İbrahim Halil ER
Devam Edecek

About The Author

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir