kurt adam
+1

“Fıtrat bozulduğunda, gölgeler yer değiştirir.” – Ulu Simyacı Kehaneti

Sabah ezanına yakın, Karabey köyünde köpekler yine havlamıyordu. Onlar haftalardır suskundu. Önce havlamaları azaldı, sonra gözlerindeki ışık gitti, ardından gece çitleri yıkıp ormana kaçmaya başladılar. Geri dönen olmadı. Dönenlerse… hayvan değildi artık.
Veteriner Halil, son kalan belgelerini bir çantaya tıkıştırırken, gözleri karşı duvardaki resimde takılı kaldı. Çocukken babasının anlattığı hikâyeyi hatırladı:
“Bir zamanlar kurtlar, insanlardan daha akıllıydı. Ama fıtrat bozulmasın diye konuşmamayı seçtiler. Sessizlikleriyle kıyameti geciktirdiler…”
O zamanlar anlam veremediği bu söz, şimdi içini kemiren bir uğultuya dönüşmüştü.
Halil, devlete ait ama terkedilmiş görüntüsü verilen bir araştırma merkezi olan KAYNAK-4 üssüne görevlendirilmişti. Bu üs, dağların dibinde, ormanla sınır bir vadideydi. Eski belgelerde “Zoonos Enstitüsü” olarak geçiyordu. Ancak halk arasında “Musallat Ova” denirdi. Çünkü oraya giden geri dönmezdi.
Halil, üssün çelik kapılarını geçip laboratuvarın tozlu arşivine indiğinde eski bir disket buldu. Disketin üzerinde şu yazıyordu:
“M-Z23 – Kurbanlık Terslemesi. Ata et, ite ot. 2. Aşama: Frekans Kodlaması.”
Verileri yüklendiğinde ekranda titreyen bir görüntü belirdi:
Kafeste bir keçi. Ona et veriliyor. Keçi önce geri çekiliyor. Sonra garip bir titremeyle eti yiyor. Ardından ekran kararıyor.
Bir cızırtı:
“Başladı. İlk musallat gerçekleşti. Keçi artık keçi değil.”
Halil, geri çekildi. Çünkü kafasının içinde ince bir frekans çınlamaya başlamıştı. Tıpkı günlerdir köydeki çocukların şikayet ettiği gibi.
Halil, paslı tel örgüyle çevrili bir başka kafesin önünde durdu. İçeride bir kedi vardı. Gözleri hem uysal hem bezgindi. Önünde metal bir kapta yarı bitmiş mama duruyordu. Kedi ne o mamasına ilgi duyuyordu ne de Halil’e. Sanki yeryüzüne ait bağlarını kesmiş, başka bir boyuta çekilmiş gibiydi.
Halil, kafesin başında eğilip kediye yakından baktı. Sonra istemsizce iç geçirdi. Aklına yıllardır biriktirdiği bilgiler, unutmuş gibi yaptığı şüpheler doluştu:
“Kediye ciğer yerine toz verdik… Köpeğe kemik yerine glikoz… Mama değil, hayvan fıtratını kıran kod!”
Halil biliyordu: Bu mama işi sadece ticaret değildi. Bu işin ardında bambaşka bir sistem yatıyordu. Son on yılda sokak hayvanlarına duyulan ilgide tuhaf bir artış vardı. İnsanlar, gerçekten hayvanları sevdikleri için mi bu kadar ilgileniyorlardı, yoksa medya ve sistem tarafından yönlendirildikleri için mi?
İnsanlar artık yemek artığı değil, özel mamalar alıyor, mamalara ayırdıkları bütçeleri çocuklarının beslenmesinden bile üstün tutuyorlardı. Bu mamaların içeriğini sorgulayan neredeyse yoktu. Oysa Halil bazı raporları okumuştu: Bazı mamalarda bilinç etkileyici kimyasallar vardı. Mama üreticilerinin büyük kısmı ilaç ve biyoteknoloji firmalarının yan şirketleriydi. Hayvanlara bu mamalar üzerinden davranışsal müdahale yapılıyor, özellikle sokak hayvanlarında kontrollü saldırganlık ve şehir merkezlerine yönelim sağlanıyordu.
Devlet bile bu mama lobisinin karşısında geri adım atmıştı. Bu lobinin kurduğu hayvansever dernekleri devletin en ufak bir müdahalesi veya düzeltme çabası karşısında insanları sokaklara dökebiliyor, medya desteğiyle kamuoyu oluşturuyordu. Hatta ajitasyon uyandırmak için sağda solda kesilmiş parçalanmış ya da yaralanmış hayvanlar atıyorlar ve medyaya bunu “hayvan düşmanları yaptı, vahşilik canilik, hayvanları koruyalım” diye haber yapılıyor, zombileştirilmiş taraftarları da hemen sokağa dökülüyor ya da sosyal medyayı ayağa kaldırarak hükümeti zorluyorlardı. Bu baskı karşısında hükümet hemen hayvanlara zarar verenlerle ilgili ağır cezalar içeren kanun maddesini hazırlıyor da kitleleri ancak susturabiliyordu. Fakat bu maddeler öyle çarpık ki kendinizi savunmak için bile bir hayvana dokunamaz hale geliyorsunuz..
Bir köpek sokakta bir çocuğu parçalamış olsa bile, suç köpeğe değil “onu provoke eden insana” yükleniyordu. Hayvanlara karşı koyanlar hızla sosyal medyada linç ediliyor, “hayvan düşmanı” ilan edilip toplumdan dışlanıyordu. Ünlüler hesaplarında asıl hayvanların insanlar olduğu, sokak hayvanların tehlike hissetmezse saldırmayacaklarını yazsa da hayvanların yerinin neden sokak olduğu sorusunu cevapsız bırakıyorlardı.
Devlet, artık hayvanların şehir merkezinde cirit atmasına göz yumuyor, dağdan inen domuzlara karşı bile bir önlem almıyordu. Marmaris’te Muğla’da tüm tatil bölgelerinde domuzlar artık şehir hayatının bir parçası haline gelmişti. Onlar da bir süre sonra sokak hayvanı muamelesi görmeye başladılar hayvan severler tarafından. Domuzlara dokunmak, avlamak veya rahatsız etmek de suçtu artık. Çünkü mama sektörü, hayvanları sokakta serbest bırakarak hem mama satışını artırıyor hem de insanların ruhsal güvenlik duygusunu bozarak kontrollü korku ortamı yaratıyordu.
Halil birkaç hafta önce gece yarısı sokağın ortasında bir domuz sürüsü görmüştü. Bir zamanlar televizyonda belgesellerde rastlanan bu yaratıklar, artık mahalle aralarında, market önlerinde dolaşıyordu. Şimdilik çöplerle geçiniyorlardı ama ya nüfusları iyice artıp çöpler yetmezse bizi mi yiyeceklerdi?
İçinden bir ses duydu “Hayır sizi yemeyecekler, siz de onlar gibi olacak, hayvanlaşacaksınız… Kiminiz domuz, kiminiz kurt, kiminiz köpek olacak ve mutlak itaatla bize itaat edeceksiniz.”
Halil bu sesle korkuya kapıldı. Bu hem içinden gelen bir sesti ama hem de kendisinin olmayan bir ses… İlahi mi rahmani miydi? bilemiyordu… Dehşete kapıldı ve haykırarak uzaklaştı…
O gece yaşlı bir kadına saldırmışlardı. Kadın kendini savunmak için eline geçirdiği sopayla bir domuza vurmuştu. Ertesi sabah sosyal medyada “hayvanlara şiddet uygulayan yaşlı faşist kadın” etiketiyle linç edilmişti.
Oysa asıl saldırganlık, doğanın dengesini bozan bu sistemdeydi. Domuz şehirde ne arıyordu?
Halil’e göre cevap belliydi:
“Dönüşmüş adamları üretmek için önce domuzları indirdiler şehre…”
Halil, eve dönerken yine parka uğradı. Burada belediyenin kurduğu bir hayvan barınağı vardı. Hayvan barınağında gezinirken bir kafesin önünde durdu. Kafesin içinde bir kedi vardı. Kediyi gözlemlemeye başladı. Laboratuvarda gördüğü kedi ile buradaki kedi arasında ne tür bir fark olabilirdi diye düşündü. Ama kedinin gözleri ne insan ne de hayvan gibiydi; sanki başka bir alemde, başka bir formda yaşıyordu. Metal mama kabında griye dönmüş bir yiyecek yığını vardı. Kedi mamaya bakıyor ama yemiyordu. Başını bile oynatmıyor, yalnızca boşluğa bakıyordu.
Halil eğildi, kediye yaklaşmak istedi. Tam o sırada, arkadan gelen yavaş ve kalın bir ses sessizliği yardı:
“Yemez. Artık ruh alamıyor.”
Halil başını çevirdi. Arka tarafta, gölgelerin arasında siyah cübbeli, beyaz uzun sakallı, yaşlı bir adam duruyordu. Elinde baston, başında sarıkla karışık keskin ama ruhu delen bir bakış fırlatıyordu. Gözleri gece gibi karanlık ama nur şeklinde parıltılıydı. Yanına yaklaşınca tenindeki buruşukluklardan, dudak kenarındaki derin yarıklardan geçmişin ağırlığı okunuyordu. Ama bir tuhaflık vardı… Etrafı saran karanlık onun etrafına uğramıyor gibiydi. Sanki gece, onun bedenine temas etmeye çekiniyordu.
Halil ürperdi.
“Ruh mu?” dedi. “Bir hayvanın ruhu nasıl alınır?”
Adam yaklaştı. Eğildi, kediye bakarken konuştu:
“Kediye ciğer değil, mama verildi. Köpeğe et değil, sentetik protein… Kokusunu, avını, korkusunu unuttular. Duyularını körelttiler. Doğasıyla bağlantısı kesilen her canlı, artık frekansa açıktır. Onlar artık canlı değil, donmuş sinyaller.”
Halil irkildi. Sanki içinden geçen tüm şüpheleri bu adam biliyordu.
“Siz… Kimsiniz?”
Derviş başını eğdi:
“Ben… unutturulmuşun hatırlatıcısıyım. İnsanın kendi sesine gömüldüğü bu çağda, suskunluğun yankısıyım.”
Sonra bastonunu yere vurdu. Sanki toprağın altından bir titreşim yükseldi. Yakındaki bir başka kafesten bir köpek uludu. Ardından tüm kafeslerdeki hayvanlar aynı anda kıpırdanmaya başladı.
Halil’in gözleri büyüdü.
“Ne yaptınız?”
“Onlara ses verdim. Frekanslarına değil, fıtratlarına dokundum.”
Halil daha da yaklaştı.
“Siz… bunların ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? Çipleri… frekansları… mama lobisini… her şeyi?”
Derviş yavaşça başını salladı.
“Sistemi değil, niyeti tanırım. İnsan niyeti değişmeden, sistem yenilenmez. Ne demiş Peygamber “ameller niyetlere göredir. Yani niyetlerle senin içindeki frekansını uyandırırsan eylemin gerçekleşir” Ama evet, çipler sadece izleme cihazı değil. Aynı zamanda yönlendirme kapısı. Mama ise uyuşturucu. Sözde özgürlük, evcil esarettir. İnsanlar da hayvanlaştırılıyor… sırayla.”
Halil yutkundu.
“Peki ya çözüm?”
Derviş, Halil’in gözlerinin içine baktı.
“Çözüm, öz’ü unutanların kalbinde değil. Ama hatırlayanlarda saklı. Ben onlardan biriyim. Ama tek başıma değilim. Zamanı gelince… seni de çağıracağım.”
Birden rüzgar yükseldi. Uzakta siren sesleri duyuldu. Barınağın arka tarafında bir polis aracı göründü.
Derviş sırtını döndü.
“Seni gördüler. Artık senin de frekansın açıldı. Kaç, ama unutma: seni izleyen sadece onlar değil. Beni de arayan gözlerin olsun.”
Halil dönüp bakmak istedi ama Derviş, bir anda oradan kaybolmuştu. Sanki hiç olmamıştı.
KURTLAR DÖNÜYOR
Gece çöktüğünde rüzgar, ormandan uğuldamaya başladı. Bu ses, rüzgarın değil… kurtların uğultusuydu. Ama normal değildi. Bu, dilin içinde taşınan bir şeydi. Bir şifre.
Köyün yaşlısı, Deli Kuddusi, aylar önce bir taşın üzerine kazıdığı sözleri tekrar etti:
“Frekans kurtu uyarır. Kurt insanı bulur. İnsan fıtratını yitirirse, musallatlaşır.”
Halil bu sözleri yıllarca delilik sanmıştı. Şimdi ise kendi gözleriyle gördüğü şey, sözleri doğrular gibiydi.
Gece saat üç sularında Halil, aynaya baktığında gözleri kendi gözleri gibi değildi. Göz akları koyulaşmıştı. İçinden bir şey konuşuyordu:
“Sen de dönüşeceksin, Halil. Sen doğmadan evvel seni seçtik. Kök sesi duyuyorsun artık. Frekansı işitiyorsun. Artık sen de Musallatlaşanlar’dansın.”
Halil yere yığıldı. Gözlerinin önünde kadim bir yazıt canlandı:
Bir kurt kafasının üstünde spiral güneş, yanında iki yılan, altında üç harf: Ş.N.R.
Bir simya işareti. Anlamı: “Şekilden Nura, Ruhtan Vahşete.”
İbrahim Halil ER
Devam edecek

About The Author

+1

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir