Tele Konferans

Tele konferans sistemiyle toplantımız var birazdan. Görevliler bağlantıyı sağlamaya çalışırken, “Ankara nerde, Pazarcık nerde” diye iç geçirip, düşüncelere dalıyorum…
Annemden babamdan ilk ayrılışım, bırak gurbete gitmeyi, daha bir günü bile evimden ayrı geçirmemişim. Hasbelkader Muş’ ta alıyorum soluğu ve merkeze 5 saat uzaklıkta bir dağ köyünde yaşamak düşüyor payıma. Tek tesellim, annemin, o zamanlar ilkokula giden kardeşime yazdırdığı “satırlarıma başlamadan evvel” ile başlayıp, “selam eder, gözlerinden öperim” le biten hasret kokulu mektupları. Memleket özlemi burnumda tütüyor… öyle bir özlemek ki; göndermesi çok meşakkatli olsa bile, günaşırı yazdığım sayfalar dolusu mektuplarda, mahalle bakkalından tut da, nenemin kapıda beslediği tavuklara kadar hal hatır sorup, haberlerini bekliyorum…
Aradan bir kaç ay geçiyor, metreler boyu kar yağmış. Tezekle ısıtmaya çalıştığım tek gözlü toprak evimde, terlemekle donmak arasında gidip gelirken, 40 derece ateşle yataklara düşüyorum. Bir kaç gün otla çöple iyileşme çabasından sonra, daha da kötüleşince doktora görünmek şart oluyor.
Hava kış kıyamet, kar boyumda. Şehre giden ana yola çıkmak için, atların çektiği kızakla bir saatlik köy yolunu katedip Gülçimen durağına varıyoruz. İçinde yolcularla birlikte koyun,keçi, tavuk gibi küçükbaşın da seyahat ettiği, bütün cıvataları sinir bozucu şekilde gıcırdayan, elden düşme bir vesaite binip, koyuluyoruz Muş yoluna… Tüm bu olumsuzluklarla birlikte şehre varışımız öğleyi bulacak olsa da, şikayetçi değilim halimden. Derdim doktor değil aslında. Zira yola çıkar çıkmaz unutuyorum hastalığımı. Nasıl olacağını bilmesem de, aklımda Muş Postanesine gidip, bir ihtimal anamın sesini duymak var.
Binbir zorlukla geçen yolculuk maksadına erişsin diye öncelikle hastaneye gidiyorum. Doktora göre bağışıklık sistemimi soğuk algınlığı vurmuş, bana göre özlem! Derdimden bihaber reçetem yazılıyor. Aceleyle çıkıyorum ve Muş ovası denilmesine muhalefet edercesine, şehrin baş köşesine konumlanmış dik yokuşun başındaki postaneye tırmanıyorum nefes nefese.
Girişte ilk karşılaştığım kişiye telefon görüşmesi yapmak istediğimi söylüyorum. Beni, insanın içini sıkan basıkça bir salona yönlendiriyor. Masa başında, asık suratlı bir görevli oturuyor. Sağ yanında yüzlerce petekli bir arı kovanını andıran, bazıları boşta bazıları takılı kablo ve fişlerle donatılmış bir pano, sol yanında ise cam ve çerçeveden ibaret bir kabin var. Yaklaşıp meramımı anlatıyorum. Maraş diyorum, Pazarcık diyorum, telefon diyorum, numarası 186 diyorum tireyen sesim, kesilen nefesimle… O zamanlar mahallemizde sadece, (nâmı, şahsına uymayan) hali vakti yerinde komşumuz Perişan amcalarda telefon var…
Görevli, yüzüme bile bakmadan, azarlarcasına, kafese benzeyen kabini işaret edip “git bekle” diyor. Fişin birini takıp, diğerini çıkartırken, takip etmekte zorlandığım düğmelere basıyor ve ben pür dikkat izliyorum. Nihayet, Pazarcık Postanesindeki santral memuruyla irtibat kurduğunu anlıyorum bağırarak konuşmasından… Kurban olduğum Pazarcık diyorum içimden. “De hayde, bağlandı” diye sesleniyor görevli, dünyalar benim oluyor.
Heyecandan titreyen ellerimle telefonu acemice tutarak;
“Alo” diyorum,
Telefonu açan mahallemizin anası Mate Elif’in sesini duyar duymaz başlıyorum ağlamaya..
“Ben Filiz, Mate Elif. “Annem” diyorum,”annemi çağırır mısın? Çok özledim…”
“Ah yavrum” diyor şefkatle, ahizeyi bırakıp koştuğunu işitiyorum. Karşı damdan anneme seslenişi uğultu halinde geliyor kulağıma… ne uzun yolmuş, oysa kapı komşuyuz… zaman geçmek, annem gelmek bilmiyor. Heyecandan ölmek üzereyim derken, annemin sesi;
“kızım, iyi misin, noldu da aradın, şehirde işin ne” ve ben daha cevap bile veremeden kulak tırmalayan bir hışırtıdan sonra ses tamamen kesiliyor. Umutla görevliye bakıyorum. Pişkin pişkin sırıtarak “geçmiş olsun, ceyran kesildi” diyor, “daha da gelmez bir kaç gün.”
Kaynar sular dökülüyor sanki başımdan. Anamı merakta bıraktığıma mı yanayım, sesimi duyuramadığıma mı, boşuna beklediğime mi, konuşamadan bir etek para ödediğime mi, nemrut suratlı memurun elektriğe “ceyran” demesine mi?
Boynu bükük köyüme dönüyorum gerisin geri…
Projeksiyonla duvara yansıttığımız ekranda Bakanlık yetkilisinin toplantıyı başlatmasıyla irkilip kendime geliyorum daldığım yerlerden. Nereden, nereye diye gülümseyerek Ankara’ya odaklanıyorum.
Hep diyorum iki uçlu bir nesiliz. Hem bizden önceki kuşakların yaşantısına aşinayız, hem gençlik dönemimize isabet eden teknoloji çağına hızlı ve keskin geçişin baş kahramanlarıyız… mesela bizden sonraki nesil, tenolojinin sadece buzdolabıyla sınırlı olduğu zamanı tahayyül dahi edemezken, bizden önceki nesil teknolojik adaptasyon konusunda bir hayli bocalamakta… şanslıyız vesselam, şanslı ve bir o kadar da akıllı.
F. Filiz Ganidağlı