Bugün

Bugün de her gün olduğu gibi yine alaca şafakta karışmıştım hayata. Aslında saat günün ilk ışıklarında yollara düşenler için bile çok erkendi..
Arabamla, kimselerin olmadığı yollardan geçerek çalıştığım yere ulaşmıştım. O saat, bu saat; durmadan nefes almadan ya koştum ya konuştum ya da çalıştım.
Çok hareketliydi her şey ve çok ses vardı. Harıltı, gürültü, korna sesleri, iş makineleri, toz, duman… Çeşit çeşit uğultu dolu etraf! İş gününü tamamlayıp çantamı toplarken, bir yandan da kendime söylenip duruyorum. “Ah benim şu çelişkili hallerim!”
Aslında şehrin gürültüsüne gelemiyorum. Ancak kalabalıklar içinde kendimi unutmak, kaçmak, kaybolmak da kolay geliyor sanki. Gün sonunda kafam o kadar doluyor ki dinginliği özlüyorum bu defa. Belki de kendimi bilmiyorum…
“Dur artık! dinlen azıcık, dinle, yavaşla” derken buldum kendimi gün batımına doğru. Ve eve gitmek yerine, yönümü köy evine çevirmeye karar verdim… şehre uzak, sessizliğe yakın…
Akşam vakti işim bitmişti. Arabayla eve doğru dönüyordum. Acıkmıştım. Evime giden yolda bakkaldan bozma büfeden ekmek alayım diye durdum. İçeri girer girmez tezgâh dolabındaki çökeleğe takıldı gözüm. Yolda, İsmail abinin bahçesine girip, mis gibi birkaç domates, acısından çıtır biber toplasam; yan komşu Hatice abladan da bir şişe yayık ayranı alsam, bu çökelekle nasıl güzel gider, al sana akşam yemeği. Kuzu kavurma ne ki? Bir hevesle alacaklarımı aldım, poşetleri arabanın arka koltuğa atıp yola devam ettim.
Yol yapımı var yine. Bitmeyen çile. Onbeş dakikalık yere, yarım saatte zor geldim. Çatmayoldaki dev çınar ağacının silueti göründüğünde rahatladım biraz. Hey mübarek! En azından bundan sonra patikadan kendime göre seyrederdim. Nasıl özlemişim buraları. Bozhasanların oraya varınca, arabayı sağa çekip bahçeye dalayım dedim ama yüzü yine yola dönük, uzaklarda bakarak, kıpırdamadan oturan İsmail abi’yi görünce, durup seyre daldım.
Yalnız yaşar İsmail abi. Babası çoktan ölmüş. Bir kaç sene öncesine kadar, başında, evi çekip çeviren anası vardı hiç değilse. Gule teyze de, kovit’e yakalanıp aniden ölünce, İsmail abi bir başına kaldı… kimi kimsesi, geleni gideni yoktur. Kırmızıya boyadığı bir tahta sandalyesi ve küçük bir masası vardır. İşaret feneri gibi, orada, kapıdaki yaşlı zeytin ağacının altında durur kış yaz. Tarla takım işinde değilse, elinde kazma kürek yoksa, orada oturur halde bulursun onu ne vakit gitsen… birini bekler gibi, ufka dönük, gözü yolda. İsmail abi konuşmaz, ses etmez. Uzaklara bakar. Ara sıra, göğe… duruşundan, oturuşundan çözmeye çalışırsın ruh halini. Derin bir hüzün gezinir gözlerinde. Bir o hüznü bilirsin, bir de; döş cebinde taşıdığı, gümüş işlemeli tütün tabakasını çıkartıp, bir sanat eseri yaratırcasına itinayla sardığı kaçak sigarasını… kutsal bir ritüeli gerçekleştiriyormuşçasına, sararmış parmaklarının arasında incitmeden tutar sigarayı, usulca götürür, tütünün sararttığı bıyığından görünmeyen ağzına. Hele, bir muhtar çakmağı var ki; çakınca, acılı bir ses duyarsın. Çıt! Kalp kırığı gibi… en sevdiğim de çakmağın ortalığa yaydığı benzin kokusu! Sırf bunun için bile hiç konuşmadan karşısına oturulup izlenir İsmail abi. Son nefesini çekercesine içine derinden çekip, yaşama yeniden dönercesine bıraktığı beyaz halkalı tütün dumanı başının üstünde kederle dolanır durur… onu seyrederken yaşamla ölüm arasında gider gelirsin!
Orada ne kadar kaldım, bilmiyorum.
“Ne geziyon buralarda deli kız, çoktandır kayıptın. İnsan evini merak eder, gelir bir bakar hiç değilse. Rahmetli baban boş komazdı hiç buraları. Sen de temelli terkedin diye şeyettim” Hatice ablanın sesiyle döndüm zamana. Hava neredeyse kararmış. Az ötede, elindeki bastonuyla toprağı eşeleyen yaşlı kocası…
“Ne bileyim Hatice abla, gelemedim işte, şimdiymiş zamanı. Kaç kaç nereye kadar. Babamsız zor olsa da biliyorum ki derdimin dermanı burada. O burayı çok severdi… Neyse,geldim işte. Açım. Bahçeye dalıp, domates çalayım derken, İsmail abiyi gördüm, bakakaldım…
sana da sıra gelecekti aslında, ayran var mı ayran… “
“olmaz mı!”
Aç ve yorgun olmama rağmen, eve varışımı geciktirip orada öyle laflamak daha kolay geldi.
Hele bak Hatice abla. Sizin için “Barak’lar buranın en eskileri” derdi rahmetli babam. Ama sana da Yaban Hatice diye sesleniyorlar. Nasıl geldin buralara, nerden? Kaç senedir komşusun Bozhasanlar’ la?hep böyle miydi bu İsmail abi? Hep mi susardı? Nereye bakar, kimi arar?
Derin bir iç çekti Hatice abla… Adıyaman’ın Beşikli köyündenim ben kuzum. Irgatlık yapardı bizimkiler. Göçebeydik, ekmek peşinde gezer durur, bahar oldu mu bu tarafları mesken tutardık. Mesken dediysem, bir çadırın içiydi bize olanca dünya. Aha şu koca yazının buğdayı, arpası, mercimeği, fıstığı, pamuğu elimizden geçerdi hep. Yine bir hasat zamanı buralarda, mercimek yoluyoruz. Göz koymuş bana şu körolasıca. Babama yaşıt haline bakmadan. Daha Onbeşimdeyim. Anlaşmış bizimkilerle, bir kalbur kağıt paraya kesmişler ederimi. Gün görür demiş anam, ötesini düşünememiş. Gelip aldılar, sorgusuz sualsiz. Adana’da pamuk toplayan sevdalıma haber bile edemeden. Paraları alıp, beni kaderime salıp yola koyuldu bizimkiler. Gidiş, o gidiş! Sığamazdım önceleri o eve de, kaçar kaçar burda alırdım soluğu. İsmail küçüktü daha, nasıl güzeldi. Sesi daha güzel! Yanık bir türkü tutturdu mu, işi gücü bırakır kulak kesilirdik hepimiz, içimiz dağlanırdı. Bacıları, Nurselle Elif kocaya varıp Almanya’ya gitti bir zaman sonra. Huzur kokan, analı babalı şen şapalak bir yuvaydı burası. Gün oldu devran döndü Yiğit bir delikanlı oldu İsmail. Taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Bilirdi herkes onu, tanırdı. Bırak buraları, çevre köylerin kızları bile vurgundu boyuna posuna. Hele bir halaya dursun, davul zurna aşka gelir, silahlar artarda patlar, düğün onunla şenelirdi… Seher’e de bir köy düğünde tutuldu. Sırmalı Köyden Osman ağanın kızı güzeller güzeli Seher… ilk görüşte sevdalandılar birbirlerine. Bakışmalar, mektuplar, gizli saklı konuşmalar derken, dile düşmeden kavuşmalı dedi İsmail ve anasını babasını, karşı köye Osman ağalara gönderdi kız istemeye… bilirsin buraları bozgunculuk yapan, aramıza nifak sokanın ardı arkası tükenmez. Hele o zamanlar daha çok bölerlerdi; vay bu kürt, şu türk, sünni, alevi bilmem ne diye…
Bildi Osman ağa, gelenlerin meramını. Hoş sefa geldiniz demek adettendir dedi, daha oturmadan. Ocağıma yolu düşeni kovmak şanıma yaraşmaz. Lakin kürte kız vereceğime, kızı keser itin önüne atarım, bunu bilesiniz öyle oturasınız çuluma… oturmadılar tabii, ne buraya gelmiş olalım, ne de ite yem olsun güzeller güzeli Seher diye, hiç bir şey demeden döndüler gerisin geri.
Daha onlar eve varmadan haber uçurdu Seher İsmail’e. Söyle anana babana, bakmasınlar kusuruna ağa babamın. Sen benim kaderimsin. Her şeyi unut, beni unutma, bekle! Gece yarısı üçe doğru geliyorum, Çatma yoldan al beni.” Fırtına gibi çıktı İsmail. İki köyün arasını kesen çatma yolun berisinde bir kuytuda beklemeye koyuldu. Gün aştı, akşam oldu, akşam geceye döndü, gece sabaha… ne gelen oldu ne giden… delirdi İsmail meraktan. Sırmalı köye gitti, evin önünde dolanıp durdu, sordu soruşturdu haber alamadı… günler devrildi, hafta oldu, haftalar ay…haber saldı, evi bastı, kovuldu, dövüldü, daha neler neler! Sırra kadem bastı Seher. Buhar olup uçtu adeta, yok oldu, duyan bilen, nerde olduğunu diyen olmadı…
Hah! İşte o zamanlar sustu İsmail. Bir daha hiç konuşmadı.
Yol etti Sırmalı köyü ilk seneler. Köyden döndü Çatma yolda bekledi. Olmadı evde, aha bu ağacın altında bekledi. Hep bekledi. Ama Seher gelmedi.
Sesi acıyan Hatice abla, dolan gözlerini kısıp, iki eliyle omuzlarımdan tutarak, Çatma
yola çevirdi yönümü.
Şu yol var ya, şu yol; kırk senedir bakıp, bir kalbur paraya esir alındığım, adımı yaban eden, bu yaban elden kaçmayı düşlediğim YOL.
İsmaili’in, dilini yutturan, sözünü unutturan, içini kor gibi yakıp, ortadan kaybolan sevdasını, belki çıkar gelir diye, umutlarını kum diye döşeyip, senelerdir beklediği YOL.
Ve senin, güzel gözlü Elif’im; kimbilir nerede kaybedip, nelerden kaçırdığın kendini, arayıp bulmaya geldiğin YOL…
Omuzlarımı, Hatice ablanın elinden kurtarıp, köye döndüm yönümü. Tek tük ışıkların yanmaya başladığı, uzaktan sürüyü ağıla çeken çobanların sesiyle, keçi koyun me’lemelerinin birbirine
karıştığı, gübre kokulu köyüme. Hatey ana’nın, deli ineği sağma saatiydi belli ki. Yaktığı ağıt, karşı dağa çarparak kalbimi vuruyordu. Deli inek, adı üstünde, onun sesini duymadan sağdırmazdı kendini. Genç kardeşini toprağa koyan Hatey ana’ya da ağıt için bahane lazımdı. Tıpkı benim babamın sesini artık duymuyorum diye, herkesten, her şeyden, ait olduğum yerden kaçtığım gibi… belli ki; içimde dolanan ağıdım, bitmeyen yasım için bana da bir bahane lazımdı!
Ses etmedim. Yola baktım, İsmail abiye, Hatice ablaya… unuttum buraya niye geldiğimi! Dönüp arkamı arabaya bindim ve o kahrolası yoldan intikam alırcasına bastım gaza…
Ant içtim o an; Seher gelmedi, Hatice abla gidemedi! Ama ben; burada, ait olduğum yerde, bulup kendimi yüzleşecektim artık! Bu kaçış, bu arayış son bulacaktı. Hem de bu yolda. İsmail abinin döşediği ümidini, Hatice ablanın vazgeçmediği düşünü kendime yol haritası belleyecektim!