Allah Kurtarsın
“El vurup yâremi incitme tabib, incitme tabib
Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var
Dert vuran yâreme eylersin derman
Her can kabul etmez, viraneler var, viraneler var, viraneler var
Vay dünya, dünya, yalansın dünya
Vay dünya, dünya, fanisin dünya
Yalan ile yalan olansın dünya, alansın dünya
Dert ehli olanlar insana gelir, mürşide gelir
Elbette arayan dermanını bulur
Sadık der ki, kimde ne var, kim bilir
Geşt-ü güzar ettim, elde neler var, elde neler var, elde neler var…”
Sadık Babaya ait olan bu dizeler, insanın öz cevherine nakşetmiş hislerin emaresidir. Acılar dünyanın faniliğini yüzümüze vururken, bir yandan da gönül ehline de yol gösterir: Kul, yarasını bilen bir tabibi, hâli ahvâlini işiten bir dostu arar. Dost; canın aynası, gönlün özü, hislerin kelâmıdır. Kedere kement, sevince yön verir. Sızıyı görür hicranına semer vurur. Adı konmamış bir zülfikar-gölge gibi acıya tuz basar. Dost; yaranın yoldaşı, saklı merhemi, apsenin mâna tentürdiyotudur.
İnsanın iç âlemi her zaman böyle bir merheme muhtaçtır; dost bulunmadığında veya sözde dostların gölgesi düştüğünde ortaya çıkan hâl ise bambaşkadır. İşte viranelik dediğin de tam burada baş gösterir: İnsanın içinden taşan kasırgaların uğultusunun başkasının gözünde yalnızca bir çizik gibi görünür olması; her yüreğin aynı ateşte yanmamasıdır. Kimine alevi dokunur, kimine yalnızca dumanı ulaşır. Kimi görür, kimi geçer gider. Kimi nefesine can olur, kimi ha vardır ha yoktur. Kimi de kuzu postunda ardına gizlenen sülük misali ruhun ırmağından azar azar alır, öz suyunu emer, gölgesi bile kalmadan, çekip gider. Ve bir bakmışsın, kanı çekilmiş bir bedenin sessiz ürpertisiyle baş başa kalmışsın.
Bir koruyucu keramet gibi dolaşır Anadolu’da şu söz: “Allah kurtarsın…” Mahpustan çıkanın, belaya düşenin, zorda kalanın ardından söylenir bu cümle. Acziyet ile umudu aynı potada eriten bir tamlamadır aslında. İnsan bilir ki dünya yalancı, görünenlerin ardında başka imtihanların ve gizli hakikatlerin saklı olduğu aşikârdır. Ayağı toprağa basan, gönlü hakikate yönelen insandır gerçek yolcu. Şifasını arayan çoktur; derdine derman olacak güç her zaman yoktur. Çünkü her gönülde vefa yeşermez: Kimi kalpler kışın sertliğini taşır, kimi kalpler ise doluya yenik düşmüştür. Herkes aynı ateşin hararetiyle yürüyemez.
Baharı unutamayan kışlar … kötüye düşen muratlar, boğaza düğümlenen hüzünler… İşte bu anlarda insan, “Allah kurtarsın” diyerek kendine de başkasına da umut verir, tutunacak bir dal uzatır yolcuya. Yolun eğrisi büğrüsü, ruhun pusulası kadar belirsizdir; sonunda bir mürşidin kapısı vardır. Kim adım adım, saf niyetle yürürse bu kapıya ulaşır, kim yönünü bilmeden yalpalar ve sürüklenirse o kapı ona görünmez. İşte bu nedenle bazıları hâlâ kendini arar; arar da arar, lakin yolun sonu görünür ve aradığı hâlâ uzağındadır. Böyle zamanlarda bir hakikat ayan olur yolcuya: “Arayan dermanını bulur.”

İnsanlık bu imtihanları dün de yaşadı, bugün de yaşıyor. Dünya var olduğu sürece yeryüzünde aynı hezeyanlar dolaşacak. Kimi gönül yarasıyla, kimi geçim sıkıntısıyla, kimi yalnızlıkla sınanacak. Dünya yalancı mı yalancı işte! El uzanırsa sevgiye, dostluğa, güvene… Birinin kapısını çalmak, bir nefeste tutunmak, bir niyazda kendini aramak da iyi gelir insana. Tabi bir çalım gölgesinde değil mana hülyasında samimi yapılan her şey güzeldir aslında. Çünkü insan, dayanacak bir omuz, paylaşacak bir yürek bulduğu için güçlenir. Her dost yol göstermez, her yara da öldürmez; ama doğru bir el, doğru bir söz, zor anlarda ayakta tutar adamı. Yaslandığın duvar nemli değil, uzattığın el ise güvenin boşa çıkmadığını gösteren sarsılmaz bir kaledir. Ve insanoğlu çıkmazlarından feraha erince eline aldığı ilk oku uzanan dala saplanmaz; destek ihanetle değil, sadakatle gelir.
Ve işte tam da bu noktada, gönlün en ince telini titreten Gevheri’ye ait şarkı sözleri aklımıza gelir:
“Beni ağlatma ki sen de gülesin
Beni ağlatma ki sen de gülesin
Muradına maksuduna eresin, canan eresin
Korkarım yad ele meyil veresin
Meyil verme altın adın tunç olur
Korkarım yad ele meyil veresin
Meyil verme altın adın tunç olur
Gevheri’yem yandım yandım nar-ı fırkatan
Gevheri’yem yandım yandım nar-e fırkatan
Dostumun hasreti çıkmaz yürekten, çıkmaz yürekten”
Bu sözler dostluğu, insanın tüm bağlarını, güvenini ve sevgisini anlatır. Sevda nârı insanı gam ile büyüten eşkiyle yoğuran bir ateştir. Seven, sevilenin gülmesi için kendi gözyaşını saklar zaman zaman. Aşk, talep değil teslimiyettir; sahip olmak değil, değer vermektir. “Altın adın tunç olur” değer görmeyen en kıymetli şey bile zamanla sıradanlaşır. Her meyil kalbi hafifletmez; bazıları ağırlık yapar. Ayrılığın nârıyla yanan gönül, sadakatin kıymetini o alevde anlar. Ne kadar yanarsa yansın gönlün ocağı, geriye değişmeyen bir hakikat kalır: İnsan, bir dosta güvenerek iyileşir; bir dosta sığınarak ayakta kalır. Tıpkı gizli bir elin sırtınızı sıvazlaması gibi.
Ağlayanın gözyaşını görmek, insanın kendine tuttuğu bir aynadır; orada yalnızca acıyı değil, kendi yansımasını da görür. Yad ele meyil vermek, altını tunç eden bir pas gibidir; değerini yitiren yalnız eşya değildir, insanın kalbi de kararır. Ve ayrılığın ateşi… insanın içini öyle bir kavurur ki, ateş közünü dışa değil, içe bırakır. Bu yüzden bazen bir söz, bir nefes, bir teselli bile insanın içindeki yangını söndürmeye yetmez. Yine de bir umut kıvılcımı için koca bir ömür beklemeye değer. Allah kurtarsın tüm hüzünlerden…
Peki, bütün bu acılar, kayıplar ve yanmış kalplerin arasında, insan kendi içindeki ateşi söndürebilecek mi, yoksa yalnızca külünü mü taşıyacak?

çok doğru bir yazı