ZEYTUN BİR İSYAN ROMANI

Tarihin tozlu sayfalarına sinmiş, çoğu zaman unutturulmak istenen hikâyeler vardır. Bu hikâyeler bazen bir halkın kolektif hafızasında yankı bulur, bazen bir yazarın kaleminde can bulur. Mehmet Sait Uluçay’ın kaleme aldığı, Mustafa Sarı’nın editörlüğünde okuyucuyla buluşan Zeytun: Bir İsyan Romanı, işte böyle bir anlatının ürünüdür. Roman, yalnızca bir tarihi yeniden hatırlatmakla kalmıyor; aynı zamanda okuru, adalet, aidiyet, kimlik ve direniş gibi zamana dirençli kavramlarla yüzleştiriyor.
176 sayfalık hacmine rağmen, 19 bölüme sığdırılmış bu anlatı, duygu yoğunluğu ve tarihi gerçekliğiyle hacminden çok daha büyük bir etki bırakıyor. Anlatının merkezinde, Pakroduni Krallığı’nın başkenti Ani’de baş gösteren yıkım ve bu yıkımın içinden doğan direniş ruhu yer alıyor. Krallığın Bizans eliyle vahşice ortadan kaldırılması, Zarmanuhi adında genç bir Ermeni kadının yedi aileyle birlikte kaçışı ve Anadolu’nun kalbinde, Kahramanmaraş yakınlarında “Zeytun” adlı yeni bir yaşam alanı kurmasıyla devam eden anlatı, tarih ile hayal gücünün ince dokunuşlarla örülmüş bir bileşimidir.
Uluçay’ın dili hem lirik hem de keskindir. Okur, kelimeler arasında ilerledikçe yalnızca bir anlatıyı takip etmiyor; aynı zamanda karla kaplı dağların, kana bulanmış sokakların, taş duvarların ardındaki insanlık durumlarını hissediyor. Romanın başlangıcında geçen şu cümleler, yazarın betimleyici kudretine dair güçlü bir örnek sunuyor:
“Bir sabah, kara pelerinli, çelik miğferli askerler şehre girdiler. Kapıları kırarak evleri talan ettiler. Halkın elindeki bir lokma ekmeği bile zorla aldılar.”
“Kar, kana boyanmıştı. Ani’nin taş duvarları, bir mezar gibiydi.”
Bu satırlar yalnızca bir işgalin fiziki tahribatını değil, aynı zamanda toplumun hafızasında açılan yaraların duygu boyutunu da yansıtıyor. Yıkım, yalnızca kent duvarlarını değil; umutları, kökleri, kimlikleri de hedef alıyor.
Roman 1895 yılına geldiğinde, Zeytun artık bir sığınaktan çok daha fazlasıdır. Ermeni halkının yoğun olarak yaşadığı, kendi kimliğini ve kültürünü korumaya çalışan bir beldedir. Burada, Ali Ağa figürü dikkat çeker: Osmanlı otoritesinin temsilcisi, sözünün ağırlığı bölgeler ötesine ulaşan bir yerel güç sahibidir. Ali Ağa’nın varlığı, devletin adalet ve düzen anlayışının halk nezdindeki yansımasını temsil ederken, Ermeni gençliğin içten içe büyüyen hıncı ise isyan ateşine döşenen taşların bir tezahürüdür.
Uluçay, karakterleri aracılığıyla yalnızca bir dönem panoraması sunmuyor; aynı zamanda farklı bakış açılarını ve hakikatleri de tartışmaya açıyor. Karakterler arasında geçen şu diyalog, bunun en çarpıcı örneklerinden biri:
“Bu, isyan değil, hakkımızı savunmaktır.”
“Hakkını savunmak mı diyorsun? Devlet sizi korur, size iş imkânı verir, ama karşılığında vergini isteyince… Bu milletin huzurunu bozan, kendi çıkarını düşünen sensin.”
Bu karşıt sesler, romanın ahlaki griliğini de güçlendiriyor. Okur, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermekten çok, o dönemin karmaşık toplum yapısını ve bireylerin yaşadığı çatışmaları anlamaya çağrılıyor.
Zeytun, sadece bir tarihi olayın edebi bir tasviri değil; aynı zamanda bugüne ayna tutan bir sorgulama metnidir. Milliyet, aidiyet, iktidar, direniş ve barış gibi kavramlar, geçmişin sisli koridorlarından süzülerek bugünün anlam haritasına yerleşiyor. Kitap, okurunu sadece Ermeni halkının bir dönemine tanık etmiyor; aynı zamanda insanlık durumlarını, iktidarın yıkıcılığını ve umudun direngenliğini de duyumsatıyor.
Uluçay, olayların merkezine bir halkın hak arayışını yerleştirirken, arka planda bireysel trajedilerle bezeli dokunaklı bir aşk hikâyesi de sunuyor: Cemil ile Dalita’nın öyküsü. Sokakta tesadüfen karşılaşan bu iki genç, Zeytun’un çatışmalı atmosferinde yeşeren narin bir çiçek gibidir. Onların aşkı, karşılıklı bakışlarla başlayan, ama içten içe geleceği belirsiz bir yangına dönüşen kırılgan bir bağdır. Sokaklarında fitnenin kol gezdiği, her köşe başında ihanetin ve korkunun yankılandığı Zeytun’da bir aşkın yeşermesi mucizedir belki de. Fakat mucizeler, en çok da kırılma anlarında doğar.
Ali Ağa ise romanın vicdanı gibidir. Zeytun’daki Osmanlı otoritesinin yerel temsilcisi, yalnızca devletin sesi olmakla kalmaz; aynı zamanda çatışmaların önünü alacak son siper, son ses, son umuttur. O, isyanın ayak seslerini duymakta ama halkını barışa çağırmaktan da vazgeçmemektedir. Ermeni ileri gelenlerine yaptığı şu konuşma, bir dönemin siyasi hesaplaşmalarını ve derin kırılmalarını gözler önüne serer:
“Dün sizi kışkırtanlar bugün yine aynı oyunları oynuyor. Dün olduğu gibi yine yüzüstü bırakılacağınızı nasıl düşünmezsiniz. İngiliz ve Fransızların desteğiyle bağımsızlık hayalleri kuranların akıbetini tarihten bilmez misiniz?”
Romanda yalnızca bireylerin değil, ideolojilerin de savaşı vardır. Hınçak komitesi, bu savaşın karanlık yüzünü temsil eder. Eğitimini İstanbul, Amerika ve Fransa’da tamamlamış olan Agasi, Haçin ailesinden gelen ve Zeytun isyanının başını çeken bir figürdür. Uluçay, bu karakter üzerinden yalnızca bir ideoloğun portresini çizmez; aynı zamanda fikirlerin, eyleme dönüşme sürecinde nasıl bir şiddete ve yıkıma evrildiğini de anlatır.
Hınçak komitesi, romanın en sert yüzlerinden biridir. Köy baskınları, kadın ve çocuklara yönelik acımasız saldırılar, yanan evler, parçalanan hayatlar… Bu karanlık anlatılar içinde, Ali Ağa’nın konağı bir sığınak, bir danışma meclisi, belki de sağduyunun son kalesidir. Müslüman halk, burada toplanarak kendilerini nasıl savunacaklarını konuşur ancak Ali Ağa’nın gönlü hâlâ barıştan yanadır. Barışın ihtimali ise gittikçe silinmektedir.
Uluçay, romanı boyunca okura kolay cevaplar vermez. “Kim haklı?” sorusu, yerini “Nasıl bu noktaya gelindi?” sorgulamasına bırakır. İsyan, yalnızca bir halkın devlete başkaldırısı değildir; aynı zamanda sevgilerin bölünüşü, dostlukların imtihanı, insanların kalplerinde kopan fırtınaların dışavurumudur.
İsyanın dönüm noktası ise Zeytun’daki askeri kışlanın düşüşüdür. Miralay İffet Bey’in kışlayı savunma çabası, iletişim hatlarının kesilmesi ve şehrin suyunun durdurulmasıyla zayıflar. Açlık, susuzluk ve dış dünyadan koparılmışlık içinde savunmasız kalan askerî birlik, çaresizce düşer. Kışlanın düşüşü, Ali Ağa da dâhil olmak üzere şehirdeki Müslümanların acımasızca katledilmesiyle sonuçlanır.
Kışladan sağ çıkıp Maraş’a ulaşmayı başaran askerler, Zeytun’da yaşanan dehşeti duyurur. Bu haber, Maraş’ta infial oluşturur. Romanda bu aşamadan sonra isyanın sonuçları tüm ağırlığıyla gözler önüne serilir: 13 bini asker olmak üzere toplam 20 bin Müslüman’ın ölümüyle sonuçlanan bu isyan, yalnızca bir yerel ayaklanma değil, aynı zamanda bir medeniyetin haritasında kapanmayan bir yara olarak kalır.
Osmanlı birliklerinin nihayetinde isyanı bastırması, bir adaletin tesisi kadar geç kalmış bir müdahaledir. Yanan evlerin küllerinden hayat filizlenmez kolayca; silinmeyen izler, sonraki nesillerin hafızasında yankılanmaya devam eder.
Zeytun: Bir İsyan Romanı, yalnızca bir tarihî dönemi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda tarihin kendine özgü döngüselliğini ve insan doğasının karmaşıklığını da sorgulayan bir yapıt olarak öne çıkıyor. Uluçay’ın romanı, akıcı diliyle tarihî gerçeklerden sapmadan ilerliyor ve okuyucusunu ne anlatıya ne de gerçekle olan bağa yabancılaştırıyor. Zeytun İsyanı, bölgedeki ilk büyük ve organize isyan hareketlerinden biri olarak tarihteki yerini alırken, Hınçak komitesinin varlığıyla birlikte olayların örgütlü boyutu da romana güçlü bir tarihsel derinlik katıyor. Bu yönüyle roman, yalnızca bir kurgu anlatısı değil, aynı zamanda tarihî bilinç kazandıran bir belge niteliği de taşıyor.
Akademik çalışmaların ötesinde, roman diliyle bu gibi olayların aktarılması ise büyük önem arz ediyor. Çünkü roman, tarihi olguları sadece bilgi olarak değil; duyguyla, empatiyle, bireylerin iç çatışmalarıyla ve toplumun dönüşümüyle birlikte sunar. Bu da okuyucunun tarihle kurduğu ilişkiyi daha içten, daha kalıcı kılar.
Romanda dikkat çekici bir başka yön daha var ki, bu da tarihin en acı veren yüzüne ayna tutuyor: Zulme uğrayanın, gücü ele geçirdiğinde zulmeden konumuna geçmesi. Ermenilerin Bizans’ın zulmünden kaçarak sığındığı Maraş topraklarında, Müslüman halktan bir zarar görmeksizin yıllarca huzur içinde yaşamış olmalarına rağmen, bir isyan başlatmaları ve bu isyanın masumların katledilmesiyle sonuçlanması; bize, tarihin acı döngüsünü hatırlatıyor. Aynı kırılma, yüzyıllar boyunca sürgünlerde yaşamış, ardından İsrail’de devlet kurmuş Musevilerin bugün Gazze’de sergilediği uygulamalarda da kendini gösteriyor.
Bu durum, insanlık tarihine sinmiş en büyük çelişkilerden birine işaret ediyor: Dün mazlum olanın, bugün zalime dönüşmesi. Gücü ele geçirdiğinde, yaşadığı acının aynısını başkasına yaşatma eğilimi… Bu, yalnızca bir tarihî olgu değil; aynı zamanda insan doğasının karanlık yüzüyle ilgili derin bir sorudur. Zeytun romanı, bu sorunun yankılandığı, düşündürdüğü ve yer yer içimizi burkan bir aynadır. Uluçay, edebiyat aracılığıyla sadece bir isyanı değil, insanlık durumunun değişmez trajedisini de gözler önüne seriyor.
Muhammed IŞIK