İNSAN DEDİĞİN

Ömür yelpazesinde tanıştığımız, birlikte çalıştığımız, birbirimize karıştığımız; kimi zaman
buluştuğumuz ve kimi zaman ayrıştığımız her insan ayrı bir renk, ayrı bir doku, farklı bir tını,
hayatın bir başka yanıdır. Her insan ya yalınkılıç yalnızlığıyla gelir yaşamınıza, kendi
girdabında savurur sizi ya da bazen yekûn kalabalıklar arasında kaybedersiniz kendi
benliğinizi. Onca insan, onca can hiç dokunamamıştır benliğinize.
Her insan kendi kervanının başı, kendi hikâyesinin kahramanı, kendi dünyasında bir kral.
Veysel’in iki kapılı han dediği şu kısacık hayatlarımızda, herkes kendi aleminde yaralı bir
maral. Ve gelip geçiyoruz unutmayalım. Bu dünyada seferdeyiz, zaferde değiliz. O halde her
şeyi bencilce kendimize saklamak niye? Nasılsa elimizde her ne varsa bırakıp gidiyoruz hızlıca
menzile.
İnsan dediğin buğday tarlaları misali olmalı. İçi dolu, boynu eğik başakların vakurluğunca
süzülmeli hayatın içine. İnsan dediğin ferah rüzgârlar gibi serin, mavi okyanuslar gibi derin,
dağ çiçekleri misali, narin olmalı. Bencillikten uzak, hasetten, kinden arınmış, munis,
bağışlayıcı, toprak kadar engin olmalı.
İnsan dedin mi; gönlü Karun hazineleri kadar zengin olmalı! İnsan mavi, özgür, uzak
okyanuslardan esen tatlı bahar yelleri gibi gönül okşayan, hoşgörülü, içten samimi olmalı.
Yıkacaksa bendini iyilikten yıkmalı. Çıkacaksa zirveye merhamette çıkmalı. Bakacaksa engine
hep sevgiyle bakmalı.
İnsan dediğin hırsına kul, gurura çul, paraya pul olmamalı. Paylaşmalı güzeli. İnsan ki
Yaradan’ın en üstün tuttuğu, en özeli. Yaratılmışların en şereflisi. Yaradan’ın dünyadaki elçisi.
İyiyi seçerse melekten üstün, kötüye kanarsa şeytandan beter.
İnsan ki ömrünce esen bir deli rüzgâr, kimsenin kanadını kolunu, umudunun yolunu
kırmadan, savurmadan, menziline esmeli.
İnsan ki o olgunluğa erişmenin hazzıyla yoğrulmalı, susmalı. Mağrur olmamalı. Nankör
olmamalı vefadan dem vurmalı. Acizliğini, küçüklüğünü, yeri geldiğinde cürmü kadar bile yer
yakamayacağını bilmeli. Ama korkaklığını da pekiştirmemeli. Bu âlem sadece seyr ü sefadır ve
ölümden ibret almadıkça bu zalim Âdemoğlu’na her şey revâdır. Ama insan var ki insan;
uluların ulusu, asırlar geçse de kubbede hoş seda, gönül okşayan bir nidadır.
İnsan var ki kalbinin büyüklüğünce asırlara nam salan, ilmini, ömrünü insanlığa adayan,
sevgiyle yanan ve her daim çoğalan. Öyle insanlar vardır ki hayatta yaşantılarından acı
çekmiştir. Acı çeken insanların kadirşinas olabilecekleri şeklinde bir kanaatim var. Ve fikrimce
aksi ispat edilene kadar her kanaat genel geçerdir. Ama öyleleri de vardır ki hiç tornaya
girmeden; köksüz, budaksız çürür giderler. Okumayan, anlamayan, anlayıp da dinlemeyen her
konuda söz söyleyen insanları yaşamınızdan uzak tutun. Çünkü tek gerçekleri lego dahi
olamayacak egolarıdır. Önyargılarından oluşan parmaklıklara mahkûm bakakalırlar giden
geminin ardından. Serde erkeklik varsa ağlayamazlar. Dışarıya kapanan kapılar bilinir ki içe
açılırdı. Kilidi olmayan tek kapıdır kalp kapısı. Onu açacak olan tek bir güzel söz; sıcak, dost
bir yüzdür. Ömrünce o gülen yüzü bulmak istersin.
Uzak şehirlerin birinde sisli, yağmurlu bir kış akşamında sokak lambasının altında sinmiş,
ıslanmış, üşümüş bir kedi gibidir yalnızlığın. Birine anlatmak, anlattıkça yaralarını sarmak,
yalnızlığı unutmak istersin. Yıllarca görmediğin bu uzak tanıdık; aradan geçen zamanları,
yaşananları, olmadığı anları bilsin istersin. Minik minik sevinçlerini, deste deste hüzünlerini,
geçmişin tozlu perdesinden silsin istersin. Seninle ağlayıp gülsün istersin, beste beste şarkılarını
bilsin istersin. Ama gün gelir görürsün ki, dünyayı gezsen de nihayetinde dönersin kendine ve
değişmez kuraldır kayayı aşarda su, vurur yine kendi bendine.
Uzaklarda arama beyhude, derman yine senin derdinde. Çok genç yaşta hayata gözlerini
yuman şair Onur Rüştü, “HÜLASA” şiirinde ne güzel söylemiş, ahh!..
Hülasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var.
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim.
Bir kalbin yalnızlığı, bu kadar mı güzel anlatılır! Bu kadar mı güzel, imrenilesi olur bir
yalnızlık! Hadi bir kere daha hatırlayalım lütfen. Bu dünya sonludur dostlarım. Hazır olun ya
da olmayın, bir gün sona geleceksiniz! Dünya yalan dünyadır altı başka, üstü başka hülyadır.
Niye geldiğimizi, dahası bu kervanda ne yaptığımızı bilmemiz, kendimizi bulmamız gerek.
Hâsılı kelam; hasından adam olmamız gerek. Benlik bilincini yıkıp ölmeden ölmemiz gerek.
Her daim doğruyu bulmamız gerek. O gün geldiğinde zenginlikler, makamlar, o parlak
apoletler, çizmeler, imzalar, mühürler hükümsüz kalacak. Hıncınız, kininiz, öfkeleriniz, hayal
kırıklıklarınız, umutlarınız, tutkularınız, planlarınız ve yapmak istediklerinizin hiçbir önemi
olmayacak!..
Önemli olan baki kalan bu kubbede bırakacağınız eser, sesiniz, sözünüz, insanlığınız
olacak! Kâtibî’nin dediği gibi;
“Gâh safâ buldu gönül âyînesi gâhî keder
Böyledir hâl-i cihân, böyle gelir böyle gider.”
İnsanın insana ettiğini yazmaya başlayacak olsam taaaa Kabil’in Habil’i katline inmem
gerek. Sonrasında aynı güneşin altında daha bilmem kaç milyon can katlini arşivlerden arayıp
bulmam gerek, bunun aslında şeytanın oyununa aldanan kendine yenilen insanın acziyeti
olduğunu demem gerek. Hepsi açık, her şey aşikâr. Söylemeyeceğim hiçbir şey!
“Mâl ü mülke olma mağrur deme var mı ben gibi
Bir muhâlif yel eser savurur harman gibi”
Tekrarda fayda var. İnsan dediğin buğday tarlaları misali olmalı. İçi dolu, boynu eğik
başakların vakûrluğunca süzülmeli hayatın içine.
İnsan dediğin ferah rüzgârlar gibi serin, mavi okyanuslar gibi derin, dağ çiçekleri misali
narin olmalı. Bencillikten uzak, hasetten, kinden arınmış, munis, bağışlayıcı, toprak kadar
engin olmalı.
İnsan dedin mi; gönlü Karun hazineleri kadar zengin olmalı! İnsan mavi, özgür, uzak
okyanuslardan esen tatlı bahar yelleri gibi gönül okşayan, hoşgörülü, içten samimi olmalı.
Yıkacaksa bendini iyilikten yıkmalı. Çıkacaksa zirveye merhamette çıkmalı. Bakacaksa engine
hep sevgiyle bakmalı.
İnsan dediğin…