Mehmed Âkif ve Çanakkale

Çanakkale Savaşları, Birinci Dünya Savaşı içinde, tarihin en kanlı muharebeleri olduğu gibi, aynı zamanda tarihin kaydettiği en büyük ve en önemli zaferlerden biridir.
İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin başkenti ve halifeliğin merkezi olan İstanbul’u alarak; İstanbul ve boğazların kontrollerini ele geçirmek istiyorlardı. Düşman sadece birkaç devletle sınırlı değildi. Dünyanın en modern silahlarıyla, en büyük ordusu ve donanmasıyla bütün dünya karşımıza geçmişti.
Mehmed Âkif, bu savaşta yer alan düşman güruhunu şöyle tarif etmektedir.
“Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Osrtralya’yla beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk.
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela…”
İngiltere’den 400 bin, Osmanlı’dan 500 bin, Anzak ve Fransa’dan 125 bin civarında asker bu savaşa katıldıkları düşünüldüğünde, bu güçteki kalabalık düşmanların dize getirilmesi, kazanılan zaferin değerini daha da anlamlı hale getirmiştir.
Bu savaşta 253 bin Türk askeri şehit düşmüştür, itilaf devletlerinden ise 250 bin civarı asker ölmüştür. Bu savaş, kurtuluş mücadelemizin yolunu açmış ve aydınlatmıştır. Diğer bir ifadeyle yeni bir devletin doğacağının işaret fişeği olmuştur. Âkif, elbette Çanakkale’de cephede savaşan biri değildi. Fakat cephe gerisinde ter dökmekteydi. O, silahla düşmana karşı çarpışmadı fakat çok güçlü kalemi ve etkileyici hitabeti ile en çetin savaşı vermekteydi.
Çanakkale Savaşları’nın başladığı ve devam ettiği tarihlerde Arap topraklarındaki o çöl ikliminde, İngiliz casus Lawrence tarafından kandırılan Arapları ikna etmek ve bulundukları gafletten uyandırmak için büyük çabalar harcamaktaydı. Yine Arap topraklarında Osmanlı’ya karşı kışkırtılan, başkaldıran esir Müslümanları irşat ederek, onları hıyanetlerinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Değişik coğrafyalarda baş gösteren ayaklanmaları durdurmak ve kandırılanların savaşa verdikleri zararı bertaraf etmeye çalışmaktaydı.
Mehmed Âkif, Halide Edip’in “Çanakkale Türkün ateşle imtihanıdır,” dediği, bu savaş cephesinde değildi. Fakat aklı ve fikri hep Çanakkale’deydi.
Yine Âkif, Çanakkale Savaşları’nın en kanlı dönemlerinde Berlin’de görevliydi, ancak savaşı çok yakından ve acıyla takip ediyordu. Askeri mühimmatın tedariki için Berlin’de bulunan Askeri Sanayi Mektebi Müdürü Öner Lütfi Bey, Berlin’de bulunan Âkif’in Çanakkale ile ilgili endişelerini şu cümlelerle anlatıyor:
“Berlin’de iken Âkif Bey’in en büyük endişesi Çanakkale savaşıydı. Gece gündüz Çanakkale cephesini düşünürdü.” Yine, “Benim onda gördüğüm yurt sevgisi, o kadar yüksekti ki, onu tasvir etmek mümkün değildir,” demiştir.
Bütün dünya toplanıp hücum etse yine de Çanakkale geçilmez diyen Âkif, gündüz tahayyülünde, gece düşlerinde hiç çıkmayan Çanakkale cephesini Berlin’de iken şöyle tasvir ediyordu.
“Şu anda cebheni görmekteyim: Ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!
Akif’in diliyle cephede savaşan ve Akif’in ruhuna soğuk su serpen askerin cevabı şöyledir:
“– Korkma!
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğerki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Mehmed Âkif, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından önemli bir milli görevi ifa etmek için Eşref Sencer Kuşçubaşı ile Arap topraklarına gittiği zaman Şam-Medine demiryolunun üzerinde bulunan “El-Muazzama” tren istasyonunda bulunduğu sırada, İngilizlerin Çanakkale’den kaçtıklarına dair müjdeli haberi, İstasyon Şefi Mısırlı Mahmut’tan öğrenince, önce inanmamıştı.
Verilen müjde karşısında Âkif ile istasyon şefi arasında şu diyalog geçer:
“- Sahih mi? Allah aşkına doğru söyleyin, muhakkak mı?”
“- Resmi tebligat var, efendim.”
“- Yâ rabbi, sana binlerle, milyarlarla şükür, yaşasın arslan ordumuz!”
Beraberinde seyahat eden Eşref Sencer Kuşçubaşı, Âkif’in sevinç ve şaşkınlığından bahsederken:
“Baktım, o kahraman Âkif’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Sanki dünyalar ona verilmişti. Bin bir tehlike karşısında ufak bir teessür alâmeti göstermeyen koca Âkif, şimdi masum bir çocuk gibi ağlıyordu. O, teessürünü belli etmezdi. Elemini de sevincini de içine gömerdi. Ancak, bu hadise karşısında kendini zapt edemeyerek gözyaşları döktü. O’nun bu hali hepimize tesir etti. Biz de ona iştirak ettik. O hem ağlıyor hem Allah’a şükrediyordu. O teessür içinde ellerini kaldırdı:
“- Allah’ım,” dedi, “Şu Çanakkale’de dövüşen kahramanları yazmadan canımı alma! Sonra gözüm arkada kalır.”
Halen Âkif’in içinde devinen şüpheleri gidermek için sadece İstanbul¸ Şam ve Medine arasında haberleşmeyi sağlayan telefonla İstanbul’la bağlantı kurulur. Karşıda Enver Paşa’nın gür ve tok sesi: “Müjde! Müjde! Kahraman Mehmetçiklerimiz Çanakkale’nin geçilmez olduğunu yedi düvele gösterdi.”
Başta Mehmed Âkif ve arkadaşları büyük bir sevinç içinde gözyaşları eşliğinde tekbir getirerek, kızgın kumların üzerinde şükür secdesine kapanırlar. Âkif’in yüreğini daraltan tüm şüpheler dağılmıştır artık.
Süleyman Nazif’in “mucize şiir” dediği, “Çanakkale Şehitlerine” şiirini hemen bu istasyonda yazmaya başlamıştır. Mehmed Âkif adeta Çanakkale Savaşları ile özdeşleşen tek millî şairimizdir.
Cephede bulunmuşçasına tahayyülünde canlandırdığı o muazzam savaşı, kalp gözüyle veya rüyasında görmüş, ya da gerçekten orada savaşmış gibi, kelimelere giydirdiği muazzam ruhla Çanakkale Zaferini ebedileştirmeyi başarmıştır.
Süleyman Nazif, “bir şiir mucizesi” dediği Âkif’in Çanakkale şiirini okuduktan sonra; “Allah’ın yalnız şehitleri değil, şairleri de var” demekten kendini alamamıştır.
Ruhun Kalemle Savaşı
Tarih, bazen bir silahın namlusundan akarken bazen bir kalemin ucunda yoğunlaşır. Çanakkale, namluların kusursuz bir kararlılıkla yazdığı bir destan olduğu kadar, Mehmed Âkif’in kaleminde hayat bulan, kök salan ve zamanın her zerresinde yankılanan bir hatıradır. O, orada savaşmadı belki, fakat mürekkebin baruta denk olduğu bir başka savaş verdi.
Çanakkale, sadece toprak için değil, ruh için de verilen bir savaştı. Mehmed Âkif, o ruhu kelimelere dökerek, çelik gibi bir inancı, cesareti ve vatan sevdasını çağlar ötesine taşıdı. O, askerlerin siperlerde harcadığı nefesi, ölümün kucağına gönül rızasıyla gidenlerin kalbini, kurşunlardan öte bir hakikatin Şahidi olarak anlattı. Onun kelimeleri, bir cephe kadar sarsılmaz, ulvi değerler kadar mukaddesti.
Dünyanın dört bir yanından toplanmış devasa ordular, çelikten bir kasır gibi çökmüşken Çanakkale’ye, Âkif’in yüreği de o siperlerde yankılanıyordu. O, Berlin’de de olsa, bir çöl istasyonunda haber alsa da, zihni ve ruhu o kanlı topraklardan bir an olsun ayrılmadı. Zira onun hayali, mürekkebiyle gerçeğe dönüşüyordu.
“Âkif’in çizdiği manzara, bir savaştan öte, bir milletin diriliş sahnesiydi. Kanla yıkanan siperler, sönmek bilmeyen imanın, vatan sevgisinin ve hakikate adanmış yüreklerin bir bütünüydü. O, dizelerinde sadece mermilerin çarpışmasını değil, bir milletin yükselişini, şehadeti göklere çıkarmasını da işledi.
“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz” diyen askerinin sesini duydu Âkif. O ses, sadece siperlerde yankılanmadı; onun yüreğini de tutuşturdu. O yüzden çöl istasyonunda duyduğu zafer haberi, onun için bir haber değil, bir duanın kabulü idi. O an dökülen gözyaşları, bir şairin mürekkebinden çıkan en hakiki kelimelerdi.
Süleyman Nazif’in “mucize şiir” dediği “Çanakkale Şehitlerine” şiiri, sadece bir edebi eser değildi. O, milletin zafer nâmesi, bir milletin başını dik tutan bir marştı. O şiir, kıyamete dek okunacak, o kelimeler bir nesilden diğerine aktarılacaktı. Zira o satırlar, kanla yazılmıştı ve kanla yazılanlar asla unutulmaz.
Mehmed Âkif ve Çanakkale… Biri kalemin sözü, diğeri kılıcın zaferidir. Ama ikisi de aynı ruhun eseridir. Ve bizler, bu ruha sahip çıktıkça, Çanakkale daima geçilmez kalacaktır.